|| Kopuk GençLik || Zamane GençLerin SanaL Mekanı ||

OOOPS Bİ DAKKA KARDEŞ !


Şimdi Hacı Sen Bu Foruma Zati Üyeysen Sorun Yok,Giriş Yap.

Haa Yok Üye FeLan DeğiLim Üye oLupta Ne İşime Yarıyacak Diyorsan Oku;
Komedi,Arkadaşlık,İyi Vakit,Sanal Bi Aile Hatta Yetim ve Öksüz KardeşLerimize Sanal Ana ve Babada Oluruz Üye oL Yeter...


Join the forum, it's quick and easy

|| Kopuk GençLik || Zamane GençLerin SanaL Mekanı ||

OOOPS Bİ DAKKA KARDEŞ !


Şimdi Hacı Sen Bu Foruma Zati Üyeysen Sorun Yok,Giriş Yap.

Haa Yok Üye FeLan DeğiLim Üye oLupta Ne İşime Yarıyacak Diyorsan Oku;
Komedi,Arkadaşlık,İyi Vakit,Sanal Bi Aile Hatta Yetim ve Öksüz KardeşLerimize Sanal Ana ve Babada Oluruz Üye oL Yeter...

|| Kopuk GençLik || Zamane GençLerin SanaL Mekanı ||

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Sayfayı FaceBook'ta Paylaş
Design By Sahirâne Design ©️
Tıkla Beğen
Erzurum

    Mesnevi'deki Hikaye Üslubuna Dair

    (fog)'(x)
    (fog)'(x)
    Mesnevi'deki Hikaye Üslubuna Dair CouronnePatRoN
    PatRoN


    Uyarı Seviyesi Uyarı Seviyesi : Uyarı Yok !
    Cinsiyetim Cinsiyetim : Erkek
    Kayıt Tarihim Kayıt Tarihim : 14/01/10
    Yaşım Yaşım : 34
    MemLeketim MemLeketim : Yarimin Yanı
    Mesaj Sayım Mesaj Sayım : 2732

    Mesnevi'deki Hikaye Üslubuna Dair Empty Mesnevi'deki Hikaye Üslubuna Dair

    Mesaj tarafından (fog)'(x) Cuma Mayıs 28, 2010 5:35 pm

    MESNEVİ’DEKİ HİKÂYE ÜSLÛBUNA DAİR

    Yrd. Doç. Dr. Yakup Şafak

    Kültür ve edebiyat tarihimizin
    en önemli simalarından biri olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273),
    aşk coşkusu ve ayrılık ıstırabıyla geçen bir ömrün sonunda, Müslümanlık
    ve insanlık âlemine, âşık bir ruhun en samîmi heyecanlarının dile
    geldiği, tasavvufî öğretinin en güzel biçimde işlendiği manzum ve mensur
    eserleri bırakmıştır ki bunların en önemlisi, aynı zamanda edebî bir
    şaheser olan Mesnevi’sidir.

    Birlik şuuru içerisinde
    Allah aşkını, Peygamber sevgisini, insana saygı ve hoşgörüyü gönüllere
    yerleştirmeyi hedefleyen, İslâmiyetin aşk derecesinde bir samimiyetle
    yaşanmasını savunan Mevlâna, fikirlerini esas olarak Mesnevi’siyle
    kitlelere duyurmuş ve benimsetmiştir.

    Bilindiği üzere, içinde fert
    ve toplumu ilgilendiren hemen her türlü konunun yer aldığı Mesnevi,
    baştan başa ayetler, hadisler, telmihler, hikayeler, fıkralar,
    özdeyişlerle doludur. Anlatılan her hikaye ve fıkra, konuya uygun,
    esprili ve iz bırakıcı niteliktedir. Mesnevi’yi ölümsüz kılan ve bugün
    dahi yerli ve yabancı geniş kitlelerin ilgisini büyük bir câzibeyle
    üstünde toplayan da, içerdiği fikirlere ilâveten bu özellikleri
    olmuştur.

    Mesnevi’nin ilk beytinin
    manası, eski nüshalara göre, “Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor?
    Ayrılıkları anlatıyor.” şeklindedir. Beytin ikinci mısraında “hikâyet mî
    koned” fiilinin tercih edilmesi, şüphesiz hikâye kelimesinin manasının
    bir olayı, bir durumu hem doğrudan hem de dolaylı olarak, hikâye yollu
    anlatmayı kapsadığı içindir.

    Müteakip beyitlerden
    anlaşıldığı üzere ney, başından geçenleri doğrudan anlatmıyor; hikâye
    ediyor: “Ney kan dolu bir yoldan bahsediyor; Mecnun’un aşk hikâyelerini
    anlatıyor.” (Mes. 1/11) Fakat insanlar, olayların merak uyandıran ve
    heyecan veren tarafıyla ilgileniyor; hikâye ve temsillerin ardına
    saklanan sırrı, yani asıl mesajı göremiyorlar: “Ben her toplulukta
    inledim; kötü hallilerle de arkadaş oldum, iyi hallilerle de. Herkes
    kendi zannınca bana dost oldu, (ama) kimse içimdeki sırları aramadı.
    Benim sırrım, feryâdımdan uzak değildir; fakat (her) gözde ve kulakta o
    nur yoktur.” (Mes. 1/5-7).

    Şârihler, ney’in insân-ı
    kâmil’i, sazlığın (neyistan) ilâhî âlemi temsil ettiğini söylüyorlar. O
    halde Mesnevi’nin daha ilk cümlelerinin ve konusunun dahi temsil ve
    hikâye üzerine olduğu anlaşılıyor.

    Mesnevi’deki bu anlatımın
    ardında yatan sebepleri anlayabilmek için İslâm edebiyatlarının
    karakteristiğini oluşturan mecâzî ifade tarzını bilmek ve uzun tahliller
    yapmak gerekir. Burada, Mesnevi’nin ışığında kısaca birkaç hususu
    belirtmekle yetinelim.

    Öncelikle hikâye ve temsil,
    insanoğlunun merakını uyandırır, ilgisini celbeder; bu sayede konular,
    okuyucu ve dinleyicinin zihninde daha kolay kalır.

    İkincisi, gelişmiş ruh ve
    zihinler, içlerindeki derinliği ve zenginliği ancak ihatalı ve çağrışımı
    fazla olan kelime ve cümlelerle anlatabilirler. Hz. Mevlâna, sık sık
    kelimelerin, manaları ifadedeki yetersizliğinden şikâyet eder.
    Tâhirü’l-Mevlevî, Mesnevi Şerhi’nin mukaddimesinde, “Yüksek bahisler ve
    derin hikmetler, böyle misallerle bir dereceye kadar anlaşılabilir” der.


    Üçüncüsü, mânâ âleminin
    sırlarına vâkıf olmuş kişiler, hem sırları ehil olmayana vermek
    istemezler, hem de kendilerini doğrudan ortaya koymayı benlik davası
    sayarlar. Nitekim Hz. Mevlâna, “Hakk’ın kadehinden içen ârifler sırları
    bilir, fakat gizlerler. Her kime sırları öğretirlerse onun ağzını dikip
    mühürlerler” (Mes. 5/2239-2240) diyerek mecâzî anlatımdan başka bir çare
    ve yol bulunmadığını işaret eder.

    O halde O’nun deyişiyle,
    “Güzellerin sırrını, başka şeylerden söz ederken zikretmek daha hoştur.”
    (Mes. 1/136) Ayrıca ibrete ve hikmete tâlip olanlar, hikâye ve
    fıkralara değil, asıl verilmek istenen mesajlara bakmalıdırlar: “Kardeş!
    Kıssa bir ölçeğe benzer; mana, içindeki taneye. Akıllı kişi taneyi
    alır; ölçek var mı yok mu ona bakmaz.(Mes. 2/3622-3623) Şaka ve latife
    bir şey belletmeye yarar. Onu ciddi gibi dinle; görünüşte latife oluşuna
    kapılma! Her ciddî şey, maskaralara göre maskaralıktır, şakadır; fakat
    akıllılara göre şaka dahi ciddîdir. (Mes. 4/3558-3559)

    Bu çerçevede Mesnevi’de -az
    da olsa-zaman zaman müstehcen hikâye ve fıkralara yer verilmiştir.

    Bazı ayetlerde ve hadislerde
    de umûmun bilgisine sunulamayacak mahrem ifadelerin bulunduğunu
    biliyoruz. İnsanı süflî arzulardan, şehvet bataklığından, vahşî ve ilkel
    eğilimlerden kurtarıp yüceltmeyi ve onu nâmütenâhî güç ve kudret
    sahibine yakınlaştırmayı hedefleyen İslâmiyet, kâh konunun zarûretinden,
    kâh fert ve toplumu uyarmak, eğitmek amacıyla gerektiğinde bu tür bir
    ifade tarzına yönelmekten çekinmemiştir.

    Hz. Peygamber’i “üsve-i
    hasene = güzel örnek” olarak benimseyen ve hayata bakışını, birikimini
    Kur’an’ın ve Peygamber’in öğretisi üzerine bina eden âlimler, fikir
    adamları ve eğitimciler de ara sıra bu yola baş vurmuşlardır. Her işte
    olduğu gibi elbette bunda da ölçüyü kaçıranlar olmuştur. Ancak eldeki
    yazılı ürünlere bakıldığında açık saçık ifadelerin genellikle
    İslâmiyet’in hedeflediği amaca uygun olarak kullanıldığı, bu gayeye
    uymayan ve edebi bir zarafet taşımayan müstehcenliğin hoş görülmediği;
    ayrıca bu yolla topluma mesaj vermenin de nadiren başvurulan bir metod
    olduğu görülmektedir.

    Nitekim söz konusu ifade
    tarzının ve hikayelerin, değil Mevlâna’nın Mesnevi’si gibi belli
    seviyede ve yerlerde okunan eserlerde; Gülistan, Bahâristan gibi
    asırlarca medreselerimizde, eski okullarımızda, cemiyetin her katmanında
    okunmuş ve okutulmuş matbû kitaplarda dahi -az sayıda da olsa- yer
    alması, bu konuya eski toplumumuzun hangi anlayışla yaklaştığını açıkça
    göstermektedir.

    Eski kültürümüzde müstehcen
    unsurlara, daha çok edebi eserlerde, özellikle letâif kitaplarında ve
    bazı mesnevilerde rastlanır. Bu fıkralar ve deyişler ekseriya, en nazik
    konuları dahi belli bir seviyeyi koruyarak anlatma fırsatı veren nazmın
    imkânlarından da azami ölçüde yararlanılarak kaleme alınmıştır.
    Bunlardan başka kimi tasavvufî eserlerde ve menkıbe kitaplarında da
    yorumlanması güç bazı olaylar ve hikayeler arasında açık saçık
    anlatımlara tesadüf edilir.

    Ayrıca temel karakterini
    tasavvufî duyarlılığın belirlediği, asıl olarak güzelin değil, her türlü
    güzelliğin ifade edildiği eski şiirlerde -genellikle yüz güzelliği dile
    getirilse de- bazen şairlerce, sevgilinin mahrem uzuvlarına yer
    verildiği de görülür. Bu mecazî (sembolik) anlatım tarzı, eski
    insanlarca genel kabul görmüş ve konu, edebî eserlerin farklı karakteri
    içerisinde mütâlaa edilmiştir.

    Hâsılı, tarih boyunca,
    keskin ve kıvrak bir zekânın da tezâhürü olarak mizaha, ince alay ve
    espriye özel bir ilgi göstermiş olan milletimiz, insan olmanın tabii bir
    sonucu olarak, bu sahaya da ilgisiz kalmamış ve o yolda bazı edebi
    ürünler vermiştir. Ancak erkek egemenliğine dayanan ve bugüne göre
    oldukça kapalı olan, kadın ve erkeklerin ayrı ayrı toplandığı, sohbet
    edip eğlendiği, kadınların çoğunlukla okuma yazma bilmediği bir toplumda
    mahrem, açık saçık anlatımlar, dar ve özel çevrelerde kalmış; dini
    anlayış, eğitim ve ahlâkî seviyenin yüksekliği nedeniyle yayılma
    istidadı göstermemiştir.

    Kanaatimizce bu yaklaşım,
    esas olarak, yeryüzünün en değerli varlığı olan, iç dünyasındaki
    heyecanlar, zevkler, soyut tecrübeler ve fikirler için farklı bir dil
    yaratma yahut kullanma şansına sahip bulunmayan insanoğlunun, -dini
    esasları zedelememek ve toplumsal düzeni bozmamak kaydıyla- kendini her
    hâlükârda ifade etmesi zarûretine ve hoşgörüsüne; onun zihnen ve ruhen
    gelişmesine duyulan saygıya dayanmaktaydı. Nitekim toplumun en önde
    gelen kişileri, devlet adamları, şeyhülislamlar, âlimler, sûfîler,
    edipler, en mûtena ve kutsal konularda dahi hep aynı retoriği
    kullanmışlardı.

    Tekrar Mesnevi’ye dönecek
    olursak, yazıldığı andan itibaren asırlarca kültür dünyamızı yoğuran en
    önemli eserlerden biri olan ve bugün de önemi ve tesiri bütün dünyada
    artarak devam eden bu kıymetli kitaptaki söz konusu hikâye ve fıkraları,
    bu perspektifle değerlendirmek gerekir. Nitekim eski kültür ve
    edebiyatımızın büyük mütehassıslarından M. Fuad Köprülü, bu hususta
    “Tersim ettiği bâzı müstehcen hayat safhalarında biraz fazla realist
    olması, Mevlânâ’nın şahsiyeti ve Mesnevî’nin yazılışındaki maksat
    düşünülünce, hiçbir sûretle muâhaze edilemez” demektedir. (Türk
    Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 4. Bs., Ankara, 1981, s. 229)

    Keza ilim âleminde Mevlâna
    ve mevlevilik konusundaki değerli araştırmalarıyla tanınan Abdülbaki
    Gölpınarlı, “Tam bir halk adamı olan Mevlânâ, halk gibi bu çeşit
    hikâyeleri, bâzı kere anlatmakta hiçbir beis görmemektedir. Esâsen
    Mevlânâ, bu (bahislerde) bilhâssa şehvete düşkünlüğün kötülüklerini ilk
    plâna almakta; (…) kadınsız bir toplumu, bütün iğrençlikleriyle (gözler
    önüne) sermektedir. (...) O, hiç çekinmeden, sırası geldikçe, medreseyi
    de, tekkeyi de kınamaktan (kaçınmaz) ve gerçekçiliğini, bütün
    açıklığıyla belirtir.” demektedir. (Mesnevi ve Şerhi, MEB yay.,İst.,
    1985, V, 248; VI, 585-586)

    Ömrünün büyük bir kısmını,
    Mevlâna ve eserleri üzerindeki çalışmalarla geçirmiş olan merhum Şefik
    Can da bu konuda geniş değerlendirmelerde bulunur ve adı geçen ilim
    adamlarının görüşlerini paylaşır. (Bkz.Mevlâna – Hayatı, Şahsiyeti,
    Fikirleri, İst., 1995, s. 187 v.d. )

    Dolayısıyla Mesnevi’de
    yazılan az sayıdaki mahrem hikâye ve fıkraları, eserin yazıldığı dönemin
    özellikleri, yazarın fikir ve sanat dünyası, amacı, üslûbu, gelenek,
    edebi eserlerin farklı karakteri, mevzuun nezaketi v.s. göz önünde
    bulundurarak ele almak; konuyu, eserin bütünlüğünden ve zikredilen
    şartlardan soyutlamadan değerlendirmek, aklın ve vicdanın gereğidir.

    Senâî’nin, “Benim beytim,
    beyit (ev) değil, iklimdir; benim hezlim, hezl (yergi, mizah, açık
    saçıklık) değil, talim (eğiticilik, öğretim)dir” sözünü nakleden
    Mevlâna, “Mesnevi’nin sözlerindeki sûret, sûrete kapılanı azdırır,
    yolunu kaybettirir; manaya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu
    buldurur. Tanrı da ‘Bu Kur’an, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu
    gösterir, bazılarının da yolunu azıtır’ buyurmuştur. Ârif, “şarap” dedi
    mi Tanrı için olsun abes görme. Ârife nasıl olur da bir şey, yok olur?
    Sen Şeytan’ın içtiği şarabı anlarsan Tanrı şarabını nereden
    düşünebileceksin?” der. (Mes. 6/655-658)

    İkaz etmenin yeterli
    olmadığı bazı konularda okuyucuyu sarsma ve şiddetli bir şekilde uyarma
    yolunu da gerekli gören Mevlâna, bazı hikayelerine konu edindiği şehvet
    âfeti hakkında da şunları söyler: “Hırs, çirkinlikleri bile güzel
    gösterir; yol afetleri içinde şehvetten beteri yoktur. Yüzbinlerce iyi,
    güzel adı kötüye çıkarmıştır; yüzbinlerce akıllı-fikirli kişiyi şaşkına
    çevirmiştir, şehvet! Şehvet yemekten, içmekten meydana gelir. Az ye, az
    iç; yahut bir kadınla evlen de kötülüklerden kaç. A tavsiyede bulunan
    kişi! Şehvet, soyu-sopu üretmek için lâzım olmasaydı, Âdem, utancından
    kendini hadım ederdi. (Mes.,Gölp. 5/1369-1370, 1373, 941) Kanadını koru,
    şehvete kapılma da meyil kanadın seni cennetlere yükseltsin. Din erbabı
    şehvet ateşinden yanmaz; halbuki o, başkalarını tâ yerin dibine
    geçirmiştir.” (Mes. 3/2133, 1/862)

    Sonuç olarak ahlâkî öğüt
    veren her eserde böyle bir iki fıkra, her şairin divanında birkaç parça
    şiir bulunabilir. Eski insanlar, bunları az da olsa eğitim veya sanat
    amaçlı olarak kullanmakta bir sakınca görmemiş ve işi ayağa düşürüp,
    onlardan bayağı manalar çıkarmaya yeltenmemiştir.

    Mesnevi’de de bu amaca
    yönelik olarak bazı müstehcen hikaye ve fıkralar anlatılmıştır. Bunların
    birkaçında görülen vurgulu ve ayrıntılı söyleyişi, müellifin üslûbundan
    ziyade, o günün şartlarında bu tür ifade tarzının yadırganmamasına
    bağlamak gerekir. Zira bu anlatım biçimi, farklı kültür, din ve ırklara
    mensup toplulukların bir arada yaşadığı, islâmî prensiplerin tam olarak
    geniş kitlelerde yerleşmediği, tabiatıyla gayr-ı meşrû, gayr-ı tabîî
    ilişki ve alışkanlıkların bulunabildiği bir dönemin gerçeklerine de
    uygundur.

    Şu da bir hakikattir ki bir
    idealin ve inancın çilesini -gerek kendi nefislerinde, gerekse toplum
    içerisinde- çekenler, ulaştıkları her aşamanın ağırlığını omuzlarında
    hissederek içinde yaşadıkları cemiyeti bulundukları yere yükseltebilmek
    için, hep gelişme ve büyümenin önündeki engelleri aşmak; insan
    tabiatının bir sonucu olarak kendi dünyalarından ve menfaatlerinden
    ayrılmak istemeyenlerle mücadele etmek zorunda kalmışlardır.

    Kanaatimizce eski
    insanlarımız, genel olarak bu gerçeği iyi kavramışlar; onun için yüksek
    kişiliklerini ispat etmiş, ahlâkıyla, fedakârlığıyla, sevgi ve
    hoşgörüsüyle, hayata renk katan esprili yönleriyle, insanı yücelten ve
    sorunlara çözüm üreten fikirleriyle temâyüz etmiş kişileri bağırlarına
    basmışlar ve örnek şahsiyetler olarak kabul etmişlerdir. Aynı anlayışla
    idareciler ve yetkililer de onların, bazen toplumun yerleşik kurallarını
    ve alışkanlıklarını sarsan sıra dışı çıkışlarını ve söylemlerini -belli
    bir amaca yönelik olduğunu bilerek- müsamahayla ve saygıyla
    karşılamışlardır.

      Forum Saati Paz Mayıs 19, 2024 9:17 pm