MESNEVİ’DEKİ HİKÂYE ÜSLÛBUNA DAİR
Yrd. Doç. Dr. Yakup Şafak
Kültür ve edebiyat tarihimizin
en önemli simalarından biri olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273),
aşk coşkusu ve ayrılık ıstırabıyla geçen bir ömrün sonunda, Müslümanlık
ve insanlık âlemine, âşık bir ruhun en samîmi heyecanlarının dile
geldiği, tasavvufî öğretinin en güzel biçimde işlendiği manzum ve mensur
eserleri bırakmıştır ki bunların en önemlisi, aynı zamanda edebî bir
şaheser olan Mesnevi’sidir.
Birlik şuuru içerisinde
Allah aşkını, Peygamber sevgisini, insana saygı ve hoşgörüyü gönüllere
yerleştirmeyi hedefleyen, İslâmiyetin aşk derecesinde bir samimiyetle
yaşanmasını savunan Mevlâna, fikirlerini esas olarak Mesnevi’siyle
kitlelere duyurmuş ve benimsetmiştir.
Bilindiği üzere, içinde fert
ve toplumu ilgilendiren hemen her türlü konunun yer aldığı Mesnevi,
baştan başa ayetler, hadisler, telmihler, hikayeler, fıkralar,
özdeyişlerle doludur. Anlatılan her hikaye ve fıkra, konuya uygun,
esprili ve iz bırakıcı niteliktedir. Mesnevi’yi ölümsüz kılan ve bugün
dahi yerli ve yabancı geniş kitlelerin ilgisini büyük bir câzibeyle
üstünde toplayan da, içerdiği fikirlere ilâveten bu özellikleri
olmuştur.
Mesnevi’nin ilk beytinin
manası, eski nüshalara göre, “Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor?
Ayrılıkları anlatıyor.” şeklindedir. Beytin ikinci mısraında “hikâyet mî
koned” fiilinin tercih edilmesi, şüphesiz hikâye kelimesinin manasının
bir olayı, bir durumu hem doğrudan hem de dolaylı olarak, hikâye yollu
anlatmayı kapsadığı içindir.
Müteakip beyitlerden
anlaşıldığı üzere ney, başından geçenleri doğrudan anlatmıyor; hikâye
ediyor: “Ney kan dolu bir yoldan bahsediyor; Mecnun’un aşk hikâyelerini
anlatıyor.” (Mes. 1/11) Fakat insanlar, olayların merak uyandıran ve
heyecan veren tarafıyla ilgileniyor; hikâye ve temsillerin ardına
saklanan sırrı, yani asıl mesajı göremiyorlar: “Ben her toplulukta
inledim; kötü hallilerle de arkadaş oldum, iyi hallilerle de. Herkes
kendi zannınca bana dost oldu, (ama) kimse içimdeki sırları aramadı.
Benim sırrım, feryâdımdan uzak değildir; fakat (her) gözde ve kulakta o
nur yoktur.” (Mes. 1/5-7).
Şârihler, ney’in insân-ı
kâmil’i, sazlığın (neyistan) ilâhî âlemi temsil ettiğini söylüyorlar. O
halde Mesnevi’nin daha ilk cümlelerinin ve konusunun dahi temsil ve
hikâye üzerine olduğu anlaşılıyor.
Mesnevi’deki bu anlatımın
ardında yatan sebepleri anlayabilmek için İslâm edebiyatlarının
karakteristiğini oluşturan mecâzî ifade tarzını bilmek ve uzun tahliller
yapmak gerekir. Burada, Mesnevi’nin ışığında kısaca birkaç hususu
belirtmekle yetinelim.
Öncelikle hikâye ve temsil,
insanoğlunun merakını uyandırır, ilgisini celbeder; bu sayede konular,
okuyucu ve dinleyicinin zihninde daha kolay kalır.
İkincisi, gelişmiş ruh ve
zihinler, içlerindeki derinliği ve zenginliği ancak ihatalı ve çağrışımı
fazla olan kelime ve cümlelerle anlatabilirler. Hz. Mevlâna, sık sık
kelimelerin, manaları ifadedeki yetersizliğinden şikâyet eder.
Tâhirü’l-Mevlevî, Mesnevi Şerhi’nin mukaddimesinde, “Yüksek bahisler ve
derin hikmetler, böyle misallerle bir dereceye kadar anlaşılabilir” der.
Üçüncüsü, mânâ âleminin
sırlarına vâkıf olmuş kişiler, hem sırları ehil olmayana vermek
istemezler, hem de kendilerini doğrudan ortaya koymayı benlik davası
sayarlar. Nitekim Hz. Mevlâna, “Hakk’ın kadehinden içen ârifler sırları
bilir, fakat gizlerler. Her kime sırları öğretirlerse onun ağzını dikip
mühürlerler” (Mes. 5/2239-2240) diyerek mecâzî anlatımdan başka bir çare
ve yol bulunmadığını işaret eder.
O halde O’nun deyişiyle,
“Güzellerin sırrını, başka şeylerden söz ederken zikretmek daha hoştur.”
(Mes. 1/136) Ayrıca ibrete ve hikmete tâlip olanlar, hikâye ve
fıkralara değil, asıl verilmek istenen mesajlara bakmalıdırlar: “Kardeş!
Kıssa bir ölçeğe benzer; mana, içindeki taneye. Akıllı kişi taneyi
alır; ölçek var mı yok mu ona bakmaz.(Mes. 2/3622-3623) Şaka ve latife
bir şey belletmeye yarar. Onu ciddi gibi dinle; görünüşte latife oluşuna
kapılma! Her ciddî şey, maskaralara göre maskaralıktır, şakadır; fakat
akıllılara göre şaka dahi ciddîdir. (Mes. 4/3558-3559)
Bu çerçevede Mesnevi’de -az
da olsa-zaman zaman müstehcen hikâye ve fıkralara yer verilmiştir.
Bazı ayetlerde ve hadislerde
de umûmun bilgisine sunulamayacak mahrem ifadelerin bulunduğunu
biliyoruz. İnsanı süflî arzulardan, şehvet bataklığından, vahşî ve ilkel
eğilimlerden kurtarıp yüceltmeyi ve onu nâmütenâhî güç ve kudret
sahibine yakınlaştırmayı hedefleyen İslâmiyet, kâh konunun zarûretinden,
kâh fert ve toplumu uyarmak, eğitmek amacıyla gerektiğinde bu tür bir
ifade tarzına yönelmekten çekinmemiştir.
Hz. Peygamber’i “üsve-i
hasene = güzel örnek” olarak benimseyen ve hayata bakışını, birikimini
Kur’an’ın ve Peygamber’in öğretisi üzerine bina eden âlimler, fikir
adamları ve eğitimciler de ara sıra bu yola baş vurmuşlardır. Her işte
olduğu gibi elbette bunda da ölçüyü kaçıranlar olmuştur. Ancak eldeki
yazılı ürünlere bakıldığında açık saçık ifadelerin genellikle
İslâmiyet’in hedeflediği amaca uygun olarak kullanıldığı, bu gayeye
uymayan ve edebi bir zarafet taşımayan müstehcenliğin hoş görülmediği;
ayrıca bu yolla topluma mesaj vermenin de nadiren başvurulan bir metod
olduğu görülmektedir.
Nitekim söz konusu ifade
tarzının ve hikayelerin, değil Mevlâna’nın Mesnevi’si gibi belli
seviyede ve yerlerde okunan eserlerde; Gülistan, Bahâristan gibi
asırlarca medreselerimizde, eski okullarımızda, cemiyetin her katmanında
okunmuş ve okutulmuş matbû kitaplarda dahi -az sayıda da olsa- yer
alması, bu konuya eski toplumumuzun hangi anlayışla yaklaştığını açıkça
göstermektedir.
Eski kültürümüzde müstehcen
unsurlara, daha çok edebi eserlerde, özellikle letâif kitaplarında ve
bazı mesnevilerde rastlanır. Bu fıkralar ve deyişler ekseriya, en nazik
konuları dahi belli bir seviyeyi koruyarak anlatma fırsatı veren nazmın
imkânlarından da azami ölçüde yararlanılarak kaleme alınmıştır.
Bunlardan başka kimi tasavvufî eserlerde ve menkıbe kitaplarında da
yorumlanması güç bazı olaylar ve hikayeler arasında açık saçık
anlatımlara tesadüf edilir.
Ayrıca temel karakterini
tasavvufî duyarlılığın belirlediği, asıl olarak güzelin değil, her türlü
güzelliğin ifade edildiği eski şiirlerde -genellikle yüz güzelliği dile
getirilse de- bazen şairlerce, sevgilinin mahrem uzuvlarına yer
verildiği de görülür. Bu mecazî (sembolik) anlatım tarzı, eski
insanlarca genel kabul görmüş ve konu, edebî eserlerin farklı karakteri
içerisinde mütâlaa edilmiştir.
Hâsılı, tarih boyunca,
keskin ve kıvrak bir zekânın da tezâhürü olarak mizaha, ince alay ve
espriye özel bir ilgi göstermiş olan milletimiz, insan olmanın tabii bir
sonucu olarak, bu sahaya da ilgisiz kalmamış ve o yolda bazı edebi
ürünler vermiştir. Ancak erkek egemenliğine dayanan ve bugüne göre
oldukça kapalı olan, kadın ve erkeklerin ayrı ayrı toplandığı, sohbet
edip eğlendiği, kadınların çoğunlukla okuma yazma bilmediği bir toplumda
mahrem, açık saçık anlatımlar, dar ve özel çevrelerde kalmış; dini
anlayış, eğitim ve ahlâkî seviyenin yüksekliği nedeniyle yayılma
istidadı göstermemiştir.
Kanaatimizce bu yaklaşım,
esas olarak, yeryüzünün en değerli varlığı olan, iç dünyasındaki
heyecanlar, zevkler, soyut tecrübeler ve fikirler için farklı bir dil
yaratma yahut kullanma şansına sahip bulunmayan insanoğlunun, -dini
esasları zedelememek ve toplumsal düzeni bozmamak kaydıyla- kendini her
hâlükârda ifade etmesi zarûretine ve hoşgörüsüne; onun zihnen ve ruhen
gelişmesine duyulan saygıya dayanmaktaydı. Nitekim toplumun en önde
gelen kişileri, devlet adamları, şeyhülislamlar, âlimler, sûfîler,
edipler, en mûtena ve kutsal konularda dahi hep aynı retoriği
kullanmışlardı.
Tekrar Mesnevi’ye dönecek
olursak, yazıldığı andan itibaren asırlarca kültür dünyamızı yoğuran en
önemli eserlerden biri olan ve bugün de önemi ve tesiri bütün dünyada
artarak devam eden bu kıymetli kitaptaki söz konusu hikâye ve fıkraları,
bu perspektifle değerlendirmek gerekir. Nitekim eski kültür ve
edebiyatımızın büyük mütehassıslarından M. Fuad Köprülü, bu hususta
“Tersim ettiği bâzı müstehcen hayat safhalarında biraz fazla realist
olması, Mevlânâ’nın şahsiyeti ve Mesnevî’nin yazılışındaki maksat
düşünülünce, hiçbir sûretle muâhaze edilemez” demektedir. (Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 4. Bs., Ankara, 1981, s. 229)
Keza ilim âleminde Mevlâna
ve mevlevilik konusundaki değerli araştırmalarıyla tanınan Abdülbaki
Gölpınarlı, “Tam bir halk adamı olan Mevlânâ, halk gibi bu çeşit
hikâyeleri, bâzı kere anlatmakta hiçbir beis görmemektedir. Esâsen
Mevlânâ, bu (bahislerde) bilhâssa şehvete düşkünlüğün kötülüklerini ilk
plâna almakta; (…) kadınsız bir toplumu, bütün iğrençlikleriyle (gözler
önüne) sermektedir. (...) O, hiç çekinmeden, sırası geldikçe, medreseyi
de, tekkeyi de kınamaktan (kaçınmaz) ve gerçekçiliğini, bütün
açıklığıyla belirtir.” demektedir. (Mesnevi ve Şerhi, MEB yay.,İst.,
1985, V, 248; VI, 585-586)
Ömrünün büyük bir kısmını,
Mevlâna ve eserleri üzerindeki çalışmalarla geçirmiş olan merhum Şefik
Can da bu konuda geniş değerlendirmelerde bulunur ve adı geçen ilim
adamlarının görüşlerini paylaşır. (Bkz.Mevlâna – Hayatı, Şahsiyeti,
Fikirleri, İst., 1995, s. 187 v.d. )
Dolayısıyla Mesnevi’de
yazılan az sayıdaki mahrem hikâye ve fıkraları, eserin yazıldığı dönemin
özellikleri, yazarın fikir ve sanat dünyası, amacı, üslûbu, gelenek,
edebi eserlerin farklı karakteri, mevzuun nezaketi v.s. göz önünde
bulundurarak ele almak; konuyu, eserin bütünlüğünden ve zikredilen
şartlardan soyutlamadan değerlendirmek, aklın ve vicdanın gereğidir.
Senâî’nin, “Benim beytim,
beyit (ev) değil, iklimdir; benim hezlim, hezl (yergi, mizah, açık
saçıklık) değil, talim (eğiticilik, öğretim)dir” sözünü nakleden
Mevlâna, “Mesnevi’nin sözlerindeki sûret, sûrete kapılanı azdırır,
yolunu kaybettirir; manaya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu
buldurur. Tanrı da ‘Bu Kur’an, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu
gösterir, bazılarının da yolunu azıtır’ buyurmuştur. Ârif, “şarap” dedi
mi Tanrı için olsun abes görme. Ârife nasıl olur da bir şey, yok olur?
Sen Şeytan’ın içtiği şarabı anlarsan Tanrı şarabını nereden
düşünebileceksin?” der. (Mes. 6/655-658)
İkaz etmenin yeterli
olmadığı bazı konularda okuyucuyu sarsma ve şiddetli bir şekilde uyarma
yolunu da gerekli gören Mevlâna, bazı hikayelerine konu edindiği şehvet
âfeti hakkında da şunları söyler: “Hırs, çirkinlikleri bile güzel
gösterir; yol afetleri içinde şehvetten beteri yoktur. Yüzbinlerce iyi,
güzel adı kötüye çıkarmıştır; yüzbinlerce akıllı-fikirli kişiyi şaşkına
çevirmiştir, şehvet! Şehvet yemekten, içmekten meydana gelir. Az ye, az
iç; yahut bir kadınla evlen de kötülüklerden kaç. A tavsiyede bulunan
kişi! Şehvet, soyu-sopu üretmek için lâzım olmasaydı, Âdem, utancından
kendini hadım ederdi. (Mes.,Gölp. 5/1369-1370, 1373, 941) Kanadını koru,
şehvete kapılma da meyil kanadın seni cennetlere yükseltsin. Din erbabı
şehvet ateşinden yanmaz; halbuki o, başkalarını tâ yerin dibine
geçirmiştir.” (Mes. 3/2133, 1/862)
Sonuç olarak ahlâkî öğüt
veren her eserde böyle bir iki fıkra, her şairin divanında birkaç parça
şiir bulunabilir. Eski insanlar, bunları az da olsa eğitim veya sanat
amaçlı olarak kullanmakta bir sakınca görmemiş ve işi ayağa düşürüp,
onlardan bayağı manalar çıkarmaya yeltenmemiştir.
Mesnevi’de de bu amaca
yönelik olarak bazı müstehcen hikaye ve fıkralar anlatılmıştır. Bunların
birkaçında görülen vurgulu ve ayrıntılı söyleyişi, müellifin üslûbundan
ziyade, o günün şartlarında bu tür ifade tarzının yadırganmamasına
bağlamak gerekir. Zira bu anlatım biçimi, farklı kültür, din ve ırklara
mensup toplulukların bir arada yaşadığı, islâmî prensiplerin tam olarak
geniş kitlelerde yerleşmediği, tabiatıyla gayr-ı meşrû, gayr-ı tabîî
ilişki ve alışkanlıkların bulunabildiği bir dönemin gerçeklerine de
uygundur.
Şu da bir hakikattir ki bir
idealin ve inancın çilesini -gerek kendi nefislerinde, gerekse toplum
içerisinde- çekenler, ulaştıkları her aşamanın ağırlığını omuzlarında
hissederek içinde yaşadıkları cemiyeti bulundukları yere yükseltebilmek
için, hep gelişme ve büyümenin önündeki engelleri aşmak; insan
tabiatının bir sonucu olarak kendi dünyalarından ve menfaatlerinden
ayrılmak istemeyenlerle mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
Kanaatimizce eski
insanlarımız, genel olarak bu gerçeği iyi kavramışlar; onun için yüksek
kişiliklerini ispat etmiş, ahlâkıyla, fedakârlığıyla, sevgi ve
hoşgörüsüyle, hayata renk katan esprili yönleriyle, insanı yücelten ve
sorunlara çözüm üreten fikirleriyle temâyüz etmiş kişileri bağırlarına
basmışlar ve örnek şahsiyetler olarak kabul etmişlerdir. Aynı anlayışla
idareciler ve yetkililer de onların, bazen toplumun yerleşik kurallarını
ve alışkanlıklarını sarsan sıra dışı çıkışlarını ve söylemlerini -belli
bir amaca yönelik olduğunu bilerek- müsamahayla ve saygıyla
karşılamışlardır.
Yrd. Doç. Dr. Yakup Şafak
Kültür ve edebiyat tarihimizin
en önemli simalarından biri olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273),
aşk coşkusu ve ayrılık ıstırabıyla geçen bir ömrün sonunda, Müslümanlık
ve insanlık âlemine, âşık bir ruhun en samîmi heyecanlarının dile
geldiği, tasavvufî öğretinin en güzel biçimde işlendiği manzum ve mensur
eserleri bırakmıştır ki bunların en önemlisi, aynı zamanda edebî bir
şaheser olan Mesnevi’sidir.
Birlik şuuru içerisinde
Allah aşkını, Peygamber sevgisini, insana saygı ve hoşgörüyü gönüllere
yerleştirmeyi hedefleyen, İslâmiyetin aşk derecesinde bir samimiyetle
yaşanmasını savunan Mevlâna, fikirlerini esas olarak Mesnevi’siyle
kitlelere duyurmuş ve benimsetmiştir.
Bilindiği üzere, içinde fert
ve toplumu ilgilendiren hemen her türlü konunun yer aldığı Mesnevi,
baştan başa ayetler, hadisler, telmihler, hikayeler, fıkralar,
özdeyişlerle doludur. Anlatılan her hikaye ve fıkra, konuya uygun,
esprili ve iz bırakıcı niteliktedir. Mesnevi’yi ölümsüz kılan ve bugün
dahi yerli ve yabancı geniş kitlelerin ilgisini büyük bir câzibeyle
üstünde toplayan da, içerdiği fikirlere ilâveten bu özellikleri
olmuştur.
Mesnevi’nin ilk beytinin
manası, eski nüshalara göre, “Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor?
Ayrılıkları anlatıyor.” şeklindedir. Beytin ikinci mısraında “hikâyet mî
koned” fiilinin tercih edilmesi, şüphesiz hikâye kelimesinin manasının
bir olayı, bir durumu hem doğrudan hem de dolaylı olarak, hikâye yollu
anlatmayı kapsadığı içindir.
Müteakip beyitlerden
anlaşıldığı üzere ney, başından geçenleri doğrudan anlatmıyor; hikâye
ediyor: “Ney kan dolu bir yoldan bahsediyor; Mecnun’un aşk hikâyelerini
anlatıyor.” (Mes. 1/11) Fakat insanlar, olayların merak uyandıran ve
heyecan veren tarafıyla ilgileniyor; hikâye ve temsillerin ardına
saklanan sırrı, yani asıl mesajı göremiyorlar: “Ben her toplulukta
inledim; kötü hallilerle de arkadaş oldum, iyi hallilerle de. Herkes
kendi zannınca bana dost oldu, (ama) kimse içimdeki sırları aramadı.
Benim sırrım, feryâdımdan uzak değildir; fakat (her) gözde ve kulakta o
nur yoktur.” (Mes. 1/5-7).
Şârihler, ney’in insân-ı
kâmil’i, sazlığın (neyistan) ilâhî âlemi temsil ettiğini söylüyorlar. O
halde Mesnevi’nin daha ilk cümlelerinin ve konusunun dahi temsil ve
hikâye üzerine olduğu anlaşılıyor.
Mesnevi’deki bu anlatımın
ardında yatan sebepleri anlayabilmek için İslâm edebiyatlarının
karakteristiğini oluşturan mecâzî ifade tarzını bilmek ve uzun tahliller
yapmak gerekir. Burada, Mesnevi’nin ışığında kısaca birkaç hususu
belirtmekle yetinelim.
Öncelikle hikâye ve temsil,
insanoğlunun merakını uyandırır, ilgisini celbeder; bu sayede konular,
okuyucu ve dinleyicinin zihninde daha kolay kalır.
İkincisi, gelişmiş ruh ve
zihinler, içlerindeki derinliği ve zenginliği ancak ihatalı ve çağrışımı
fazla olan kelime ve cümlelerle anlatabilirler. Hz. Mevlâna, sık sık
kelimelerin, manaları ifadedeki yetersizliğinden şikâyet eder.
Tâhirü’l-Mevlevî, Mesnevi Şerhi’nin mukaddimesinde, “Yüksek bahisler ve
derin hikmetler, böyle misallerle bir dereceye kadar anlaşılabilir” der.
Üçüncüsü, mânâ âleminin
sırlarına vâkıf olmuş kişiler, hem sırları ehil olmayana vermek
istemezler, hem de kendilerini doğrudan ortaya koymayı benlik davası
sayarlar. Nitekim Hz. Mevlâna, “Hakk’ın kadehinden içen ârifler sırları
bilir, fakat gizlerler. Her kime sırları öğretirlerse onun ağzını dikip
mühürlerler” (Mes. 5/2239-2240) diyerek mecâzî anlatımdan başka bir çare
ve yol bulunmadığını işaret eder.
O halde O’nun deyişiyle,
“Güzellerin sırrını, başka şeylerden söz ederken zikretmek daha hoştur.”
(Mes. 1/136) Ayrıca ibrete ve hikmete tâlip olanlar, hikâye ve
fıkralara değil, asıl verilmek istenen mesajlara bakmalıdırlar: “Kardeş!
Kıssa bir ölçeğe benzer; mana, içindeki taneye. Akıllı kişi taneyi
alır; ölçek var mı yok mu ona bakmaz.(Mes. 2/3622-3623) Şaka ve latife
bir şey belletmeye yarar. Onu ciddi gibi dinle; görünüşte latife oluşuna
kapılma! Her ciddî şey, maskaralara göre maskaralıktır, şakadır; fakat
akıllılara göre şaka dahi ciddîdir. (Mes. 4/3558-3559)
Bu çerçevede Mesnevi’de -az
da olsa-zaman zaman müstehcen hikâye ve fıkralara yer verilmiştir.
Bazı ayetlerde ve hadislerde
de umûmun bilgisine sunulamayacak mahrem ifadelerin bulunduğunu
biliyoruz. İnsanı süflî arzulardan, şehvet bataklığından, vahşî ve ilkel
eğilimlerden kurtarıp yüceltmeyi ve onu nâmütenâhî güç ve kudret
sahibine yakınlaştırmayı hedefleyen İslâmiyet, kâh konunun zarûretinden,
kâh fert ve toplumu uyarmak, eğitmek amacıyla gerektiğinde bu tür bir
ifade tarzına yönelmekten çekinmemiştir.
Hz. Peygamber’i “üsve-i
hasene = güzel örnek” olarak benimseyen ve hayata bakışını, birikimini
Kur’an’ın ve Peygamber’in öğretisi üzerine bina eden âlimler, fikir
adamları ve eğitimciler de ara sıra bu yola baş vurmuşlardır. Her işte
olduğu gibi elbette bunda da ölçüyü kaçıranlar olmuştur. Ancak eldeki
yazılı ürünlere bakıldığında açık saçık ifadelerin genellikle
İslâmiyet’in hedeflediği amaca uygun olarak kullanıldığı, bu gayeye
uymayan ve edebi bir zarafet taşımayan müstehcenliğin hoş görülmediği;
ayrıca bu yolla topluma mesaj vermenin de nadiren başvurulan bir metod
olduğu görülmektedir.
Nitekim söz konusu ifade
tarzının ve hikayelerin, değil Mevlâna’nın Mesnevi’si gibi belli
seviyede ve yerlerde okunan eserlerde; Gülistan, Bahâristan gibi
asırlarca medreselerimizde, eski okullarımızda, cemiyetin her katmanında
okunmuş ve okutulmuş matbû kitaplarda dahi -az sayıda da olsa- yer
alması, bu konuya eski toplumumuzun hangi anlayışla yaklaştığını açıkça
göstermektedir.
Eski kültürümüzde müstehcen
unsurlara, daha çok edebi eserlerde, özellikle letâif kitaplarında ve
bazı mesnevilerde rastlanır. Bu fıkralar ve deyişler ekseriya, en nazik
konuları dahi belli bir seviyeyi koruyarak anlatma fırsatı veren nazmın
imkânlarından da azami ölçüde yararlanılarak kaleme alınmıştır.
Bunlardan başka kimi tasavvufî eserlerde ve menkıbe kitaplarında da
yorumlanması güç bazı olaylar ve hikayeler arasında açık saçık
anlatımlara tesadüf edilir.
Ayrıca temel karakterini
tasavvufî duyarlılığın belirlediği, asıl olarak güzelin değil, her türlü
güzelliğin ifade edildiği eski şiirlerde -genellikle yüz güzelliği dile
getirilse de- bazen şairlerce, sevgilinin mahrem uzuvlarına yer
verildiği de görülür. Bu mecazî (sembolik) anlatım tarzı, eski
insanlarca genel kabul görmüş ve konu, edebî eserlerin farklı karakteri
içerisinde mütâlaa edilmiştir.
Hâsılı, tarih boyunca,
keskin ve kıvrak bir zekânın da tezâhürü olarak mizaha, ince alay ve
espriye özel bir ilgi göstermiş olan milletimiz, insan olmanın tabii bir
sonucu olarak, bu sahaya da ilgisiz kalmamış ve o yolda bazı edebi
ürünler vermiştir. Ancak erkek egemenliğine dayanan ve bugüne göre
oldukça kapalı olan, kadın ve erkeklerin ayrı ayrı toplandığı, sohbet
edip eğlendiği, kadınların çoğunlukla okuma yazma bilmediği bir toplumda
mahrem, açık saçık anlatımlar, dar ve özel çevrelerde kalmış; dini
anlayış, eğitim ve ahlâkî seviyenin yüksekliği nedeniyle yayılma
istidadı göstermemiştir.
Kanaatimizce bu yaklaşım,
esas olarak, yeryüzünün en değerli varlığı olan, iç dünyasındaki
heyecanlar, zevkler, soyut tecrübeler ve fikirler için farklı bir dil
yaratma yahut kullanma şansına sahip bulunmayan insanoğlunun, -dini
esasları zedelememek ve toplumsal düzeni bozmamak kaydıyla- kendini her
hâlükârda ifade etmesi zarûretine ve hoşgörüsüne; onun zihnen ve ruhen
gelişmesine duyulan saygıya dayanmaktaydı. Nitekim toplumun en önde
gelen kişileri, devlet adamları, şeyhülislamlar, âlimler, sûfîler,
edipler, en mûtena ve kutsal konularda dahi hep aynı retoriği
kullanmışlardı.
Tekrar Mesnevi’ye dönecek
olursak, yazıldığı andan itibaren asırlarca kültür dünyamızı yoğuran en
önemli eserlerden biri olan ve bugün de önemi ve tesiri bütün dünyada
artarak devam eden bu kıymetli kitaptaki söz konusu hikâye ve fıkraları,
bu perspektifle değerlendirmek gerekir. Nitekim eski kültür ve
edebiyatımızın büyük mütehassıslarından M. Fuad Köprülü, bu hususta
“Tersim ettiği bâzı müstehcen hayat safhalarında biraz fazla realist
olması, Mevlânâ’nın şahsiyeti ve Mesnevî’nin yazılışındaki maksat
düşünülünce, hiçbir sûretle muâhaze edilemez” demektedir. (Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 4. Bs., Ankara, 1981, s. 229)
Keza ilim âleminde Mevlâna
ve mevlevilik konusundaki değerli araştırmalarıyla tanınan Abdülbaki
Gölpınarlı, “Tam bir halk adamı olan Mevlânâ, halk gibi bu çeşit
hikâyeleri, bâzı kere anlatmakta hiçbir beis görmemektedir. Esâsen
Mevlânâ, bu (bahislerde) bilhâssa şehvete düşkünlüğün kötülüklerini ilk
plâna almakta; (…) kadınsız bir toplumu, bütün iğrençlikleriyle (gözler
önüne) sermektedir. (...) O, hiç çekinmeden, sırası geldikçe, medreseyi
de, tekkeyi de kınamaktan (kaçınmaz) ve gerçekçiliğini, bütün
açıklığıyla belirtir.” demektedir. (Mesnevi ve Şerhi, MEB yay.,İst.,
1985, V, 248; VI, 585-586)
Ömrünün büyük bir kısmını,
Mevlâna ve eserleri üzerindeki çalışmalarla geçirmiş olan merhum Şefik
Can da bu konuda geniş değerlendirmelerde bulunur ve adı geçen ilim
adamlarının görüşlerini paylaşır. (Bkz.Mevlâna – Hayatı, Şahsiyeti,
Fikirleri, İst., 1995, s. 187 v.d. )
Dolayısıyla Mesnevi’de
yazılan az sayıdaki mahrem hikâye ve fıkraları, eserin yazıldığı dönemin
özellikleri, yazarın fikir ve sanat dünyası, amacı, üslûbu, gelenek,
edebi eserlerin farklı karakteri, mevzuun nezaketi v.s. göz önünde
bulundurarak ele almak; konuyu, eserin bütünlüğünden ve zikredilen
şartlardan soyutlamadan değerlendirmek, aklın ve vicdanın gereğidir.
Senâî’nin, “Benim beytim,
beyit (ev) değil, iklimdir; benim hezlim, hezl (yergi, mizah, açık
saçıklık) değil, talim (eğiticilik, öğretim)dir” sözünü nakleden
Mevlâna, “Mesnevi’nin sözlerindeki sûret, sûrete kapılanı azdırır,
yolunu kaybettirir; manaya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu
buldurur. Tanrı da ‘Bu Kur’an, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu
gösterir, bazılarının da yolunu azıtır’ buyurmuştur. Ârif, “şarap” dedi
mi Tanrı için olsun abes görme. Ârife nasıl olur da bir şey, yok olur?
Sen Şeytan’ın içtiği şarabı anlarsan Tanrı şarabını nereden
düşünebileceksin?” der. (Mes. 6/655-658)
İkaz etmenin yeterli
olmadığı bazı konularda okuyucuyu sarsma ve şiddetli bir şekilde uyarma
yolunu da gerekli gören Mevlâna, bazı hikayelerine konu edindiği şehvet
âfeti hakkında da şunları söyler: “Hırs, çirkinlikleri bile güzel
gösterir; yol afetleri içinde şehvetten beteri yoktur. Yüzbinlerce iyi,
güzel adı kötüye çıkarmıştır; yüzbinlerce akıllı-fikirli kişiyi şaşkına
çevirmiştir, şehvet! Şehvet yemekten, içmekten meydana gelir. Az ye, az
iç; yahut bir kadınla evlen de kötülüklerden kaç. A tavsiyede bulunan
kişi! Şehvet, soyu-sopu üretmek için lâzım olmasaydı, Âdem, utancından
kendini hadım ederdi. (Mes.,Gölp. 5/1369-1370, 1373, 941) Kanadını koru,
şehvete kapılma da meyil kanadın seni cennetlere yükseltsin. Din erbabı
şehvet ateşinden yanmaz; halbuki o, başkalarını tâ yerin dibine
geçirmiştir.” (Mes. 3/2133, 1/862)
Sonuç olarak ahlâkî öğüt
veren her eserde böyle bir iki fıkra, her şairin divanında birkaç parça
şiir bulunabilir. Eski insanlar, bunları az da olsa eğitim veya sanat
amaçlı olarak kullanmakta bir sakınca görmemiş ve işi ayağa düşürüp,
onlardan bayağı manalar çıkarmaya yeltenmemiştir.
Mesnevi’de de bu amaca
yönelik olarak bazı müstehcen hikaye ve fıkralar anlatılmıştır. Bunların
birkaçında görülen vurgulu ve ayrıntılı söyleyişi, müellifin üslûbundan
ziyade, o günün şartlarında bu tür ifade tarzının yadırganmamasına
bağlamak gerekir. Zira bu anlatım biçimi, farklı kültür, din ve ırklara
mensup toplulukların bir arada yaşadığı, islâmî prensiplerin tam olarak
geniş kitlelerde yerleşmediği, tabiatıyla gayr-ı meşrû, gayr-ı tabîî
ilişki ve alışkanlıkların bulunabildiği bir dönemin gerçeklerine de
uygundur.
Şu da bir hakikattir ki bir
idealin ve inancın çilesini -gerek kendi nefislerinde, gerekse toplum
içerisinde- çekenler, ulaştıkları her aşamanın ağırlığını omuzlarında
hissederek içinde yaşadıkları cemiyeti bulundukları yere yükseltebilmek
için, hep gelişme ve büyümenin önündeki engelleri aşmak; insan
tabiatının bir sonucu olarak kendi dünyalarından ve menfaatlerinden
ayrılmak istemeyenlerle mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
Kanaatimizce eski
insanlarımız, genel olarak bu gerçeği iyi kavramışlar; onun için yüksek
kişiliklerini ispat etmiş, ahlâkıyla, fedakârlığıyla, sevgi ve
hoşgörüsüyle, hayata renk katan esprili yönleriyle, insanı yücelten ve
sorunlara çözüm üreten fikirleriyle temâyüz etmiş kişileri bağırlarına
basmışlar ve örnek şahsiyetler olarak kabul etmişlerdir. Aynı anlayışla
idareciler ve yetkililer de onların, bazen toplumun yerleşik kurallarını
ve alışkanlıklarını sarsan sıra dışı çıkışlarını ve söylemlerini -belli
bir amaca yönelik olduğunu bilerek- müsamahayla ve saygıyla
karşılamışlardır.
Salı Tem. 19, 2011 2:24 pm tarafından glewci
» Xara3d5 3 boyutlu yazi yazma programi (dj isimleri yazmak icin şahane)
C.tesi Nis. 16, 2011 10:24 am tarafından erhan2188
» Hareketli Avatar Yapımı
C.tesi Mart 12, 2011 9:47 pm tarafından (fog)'(x)
» Sjsro 11d'li Media.pk2...!!
C.tesi Mart 12, 2011 1:26 pm tarafından womekan
» Pet (Horse, Wolf, Kervan vs.) Auto Pot.
Salı Şub. 15, 2011 5:11 pm tarafından wiar01
» Silkroad'ı 3D Oynayın! Bir İlk :)
Perş. Şub. 03, 2011 4:38 pm tarafından Fleyd
» Kangurularla Apaçi
Perş. Şub. 03, 2011 3:35 pm tarafından (fog)'(x)
» EiffeL Kulesi Önünde Apaçi :)
Perş. Şub. 03, 2011 3:33 pm tarafından (fog)'(x)
» Apaçi Marşı- Bağlama&Gitar
Perş. Şub. 03, 2011 3:27 pm tarafından (fog)'(x)
» Apaçi Müziği - Gitar Versiyon
Perş. Şub. 03, 2011 3:21 pm tarafından (fog)'(x)