|| Kopuk GençLik || Zamane GençLerin SanaL Mekanı ||

OOOPS Bİ DAKKA KARDEŞ !


Şimdi Hacı Sen Bu Foruma Zati Üyeysen Sorun Yok,Giriş Yap.

Haa Yok Üye FeLan DeğiLim Üye oLupta Ne İşime Yarıyacak Diyorsan Oku;
Komedi,Arkadaşlık,İyi Vakit,Sanal Bi Aile Hatta Yetim ve Öksüz KardeşLerimize Sanal Ana ve Babada Oluruz Üye oL Yeter...


Join the forum, it's quick and easy

|| Kopuk GençLik || Zamane GençLerin SanaL Mekanı ||

OOOPS Bİ DAKKA KARDEŞ !


Şimdi Hacı Sen Bu Foruma Zati Üyeysen Sorun Yok,Giriş Yap.

Haa Yok Üye FeLan DeğiLim Üye oLupta Ne İşime Yarıyacak Diyorsan Oku;
Komedi,Arkadaşlık,İyi Vakit,Sanal Bi Aile Hatta Yetim ve Öksüz KardeşLerimize Sanal Ana ve Babada Oluruz Üye oL Yeter...

|| Kopuk GençLik || Zamane GençLerin SanaL Mekanı ||

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Sayfayı FaceBook'ta Paylaş
Design By Sahirâne Design ©️
Tıkla Beğen
Erzurum

    Gerçek Aşk

    (fog)'(x)
    (fog)'(x)
    Gerçek Aşk CouronnePatRoN
    PatRoN


    Uyarı Seviyesi Uyarı Seviyesi : Uyarı Yok !
    Cinsiyetim Cinsiyetim : Erkek
    Kayıt Tarihim Kayıt Tarihim : 14/01/10
    Yaşım Yaşım : 34
    MemLeketim MemLeketim : Yarimin Yanı
    Mesaj Sayım Mesaj Sayım : 2732

    Gerçek Aşk Empty Gerçek Aşk

    Mesaj tarafından (fog)'(x) Cuma Mayıs 28, 2010 5:36 pm

    GERÇEK AŞK

    Ey dostlar! Bu hikayeyi
    dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu günkü halimizdir

    Bundan evvelki bir zamanda bir padişah vardı. O hem dünya,
    hem din saltanatına malikti. Padişah, bir gün hususi adamları ile av
    için hayvana binmiş, giderken ana caddede bir halayık gördü. O halayığın
    kölesi oldu. Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi o halayığı
    satın aldı.Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık
    hastalandı.

    Birisinin
    eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş, bu sefer eşeği
    kurt kapmış. Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu
    bulunca da ibrik kırılmış!

    Padişah
    sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da sizin
    elinizdedir. Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben
    dertliyim, hastayım, dermanım o .Kim benim canıma derman ederse benim
    hazinemi, incimi ve mercanımı ( atiye ve ihsanımı) o aldı (demektir)”.

    Hepsi birden
    dediler ki: “Canımız feda edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi
    edelim. Bizim her birimiz bir alem Mesih’idir, elimizde her hastalığa
    bir ilaç vardır.”

    Kibirlerinden
    Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara insanların
    acizliğini gösterdi.”İnşaallah” sözünü terk ettiklerini söylemeden
    maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa
    arızi bir halet olan inşaallah’ı söylemeyi unuttuklarını anlatmak
    değildir. Hey gidi nice inşaallahı diliyle söylemeyen vardır ki canı
    “inşaallah” la eş olmuştur.

    İlaç ve
    tedavi nevinden her ne yapıldı ise hastalık arttı maksat da hasıl
    olmadı.O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı göz
    yaşı ırmağa döndü. Kazara sirkengübin safrayı arttırdı. Badem yağı da
    kuruluk tesirini göstermeye başladı. Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı
    gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.

    Padişah, hekimlerin aciz kaldıklarını görünce
    yalınayak mescide koştu.Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde
    yeri göz yaşından sırsıklam oldu.Yokluk istiğrakından kendisine gelince
    ağzını açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı:

    “En az bahşişi dünya mülkü olan Allahm! Ben ne
    söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin.Ey daima dileğimize penah olan
    Allah! Biz bu sefer de yolu yanıldık.Ama sen “Ben gerçi senin gizlediğin
    şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök” dedin.

    Padişah, ta can evinden coşunca bağışlama denizi
    de coşmaya başladı.Ağlama esnasında uykuya daldı.

    Rüyasında bir pir göründü. Dedi ki: “Ey padişah,
    müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir.O
    gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek
    erenlerdendir.İlacında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini
    müşahede et.”

    Vade zamanı gelip gündüz olunca... güneş doğudan
    görünüp yıldızları yakınca:Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek
    için pencerede bekliyordu.Bir de gördü ki, faziletli, fevkalade hünerli,
    bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş;Uzaktan hilal gibi
    erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte.
    Ruhumuzda
    da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür
    gör!Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de,
    utanmaları da bir hayalden ötürüdür.Evliyanın tuzağı olan o hayaller,
    Allah bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.

    Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir
    pirin çehresinde görünüp duruyordu.Padişah bizzat abeyincilerin yerine
    koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı.Her ikisi de aşinalık
    (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin
    birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı.

    Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil.
    Fakat dünyada iş işten çıkar.Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana
    Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım”
    dedi.

    Allah’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi
    olmayan kimse Allah’nın lütfundan mahrumdur.Edebi olmayan yalnız
    kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.

    Alışverişsiz, dedikodusuz Allah sofrası gökten
    iniyordu.Musa kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce “hanı sarımsak,
    mercimek” dediler.Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme,
    bel belleme, orak sallama kaldı.Sonra İsa şefaat edince Hak, yemek
    sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi.Yine küstahlar edebi terk
    ederek sofradan yemek artığını aşırdılar.

    İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır,
    yeryüzünden kalkmaz.Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve
    harislik etmek küfürdür” dedi.O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu
    görmedik dilencilerin yüzlerine kapandı.Zekat verilmeyince yağmur bulutu
    gelmez zinadan dolayı da etrafa veba yayılır.İçine kasavetten, gussadan
    ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir.

    Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin
    yolunu vurucudur, namert odur.Edepten dolayı bu felek nura gark
    olmuştur: Yine edepten dolayı melekler masum ve tertemiz
    olmuşlardır.Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan
    Azazil de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.

    Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne
    aldı, canının için çekti.Elini, alnını öpmeğe, oturdu yeri, geldiği yolu
    sormaya başladı.Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki:
    “Nihayet sabırla bir define buldum.
    Ey vuslatı, her sualin cevabı!
    Senin yüzünden nişliğin anahtarıdır” sözünün manası, Ey vuslatı, her
    sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz
    hallolur gider.Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura
    batanın elini tutan sensin.

    Ey seçilmiş,ey Allah’dan razı olmuş ve Allah
    rızasını kazanmış kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza
    daralır.Sen, kavmin ulususun, sana müştak olmayan, seni arzulamayan
    bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse...”O ağırlama, o hal hatır sorma
    meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü.

    Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra
    onu hastanın yanına götürdü.Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp,
    idrarını muayene etti. Hastalığının arazını ve sebeplerini de dinledi.
    Dedi
    ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap
    etmişler. Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden
    hepsinin aklı dışarıda.” Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı.
    Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi. Hastalığı safra ve sevdadan
    değildi.

    Her odunun kokusu dumanından meydana çıkar.
    İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o,
    gönüle tutulmuştur. Aşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir
    hastalık gönül hastalığı gibi değildir.
    Aşığın hastalığı bütün
    hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Allah sırlarının usturlabıdır. Aşıklık
    ister cihetten olsun, ister bu cihetten... akıbet bizim için o tarafa
    kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim...
    asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek
    aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem,
    yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, aciz kalır.
    Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı ,
    aşıklığı yine aşk şerh etti.

    Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. Sana
    delil lazım ise güneşten yüz çevirme. Gerçi gölgede güneşin varlığından
    bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler. Gölge sana
    gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır (nuru
    görünmez olur). Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur.
    Baki olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez.

    Güneş gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir
    etmek mümkündür. Ama kendisinden esir olan güneş, öyle bir güneştir ki,
    ona zihinde de, dışarıda da benzer olamaz. Nerede tasavvurda onun
    sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin!

    Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün
    güneşi başını çekti, gizlendi. Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi
    anlatmak vacip oldu.Can şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden
    koku almış! “Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar
    bir hali söyle, anlat. Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de
    yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın” (diyor). “Beni külfete
    sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı onu görmekten
    acizim. Ayık olmayan kişinin her söylediği söz... dilerse tefekküre
    düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın... yaraşır söz
    değildir.

    Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne
    söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil! Bu ayrılığın, bu ciğer
    kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!”
    (Can)
    dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir
    kılıçtır. Ey yoldaş, ey arkadaş! Sufi, vakit oğludur (bulunduğu vaktin
    iktizasına göre iş görür). “Yarın” demek yol şartlarından değildir. Sen
    yoksa sufi bir er değilmisin? Vara veresiyeden yokluk gelir”.

    Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli
    kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikayelere kulak ver, işi
    onlardan anla! Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde
    söylenmesi daha hoştur.” O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak
    anmak, gizli anmaktan iyidir. Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben,
    güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.
    Dedim ki: “O apaçık soyunur,
    çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın,ne kucağın kalır, ne belin!
    İste ama derecesine göre iste; bir otun bir dağı çekmeye kudreti
    yoktur.

    Bu alemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı
    mı, her şey yandı gitti! Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü
    araştırma, Şems-ı Tebrizi’den bundan fazla bahsetme. Bunun sonu yoktur;
    sen yine hikayeye başla, onu tamamlamana bak.

    (Hekim) dedi ki: “Ey padişah, evi halvet et,
    yakını da uzaklaştır.Köşeden , bucaktan kimse kulak vermesinde ben bu
    cariyecikten bir şeyler sorayım.”
    Oda boşaltıldı, Hekim ile hastadan
    başka kimsecikler kalmadı. Hekim tatlılıkla yumuşak yumuşak dedi ki:
    “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilacı başka başkadır. O
    memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısınız?
    Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve
    meşakkati soruyordu.
    Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi
    üstüne kor. İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını
    dudağı ile ıslatır. Ayağa batan dikeni bulmak bu derece müşkül olursa,
    yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver! Her çer çöp (mesabesinde
    olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir
    miydi?
    Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan
    çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar. Zıplar, zıpladıkça da diken daha
    kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lazım. Eşek, dikeni
    çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha
    yaralar. O diken çıkaran hekim üstaddı .

    Halayığın her tarafına elini koyup muayene
    ediyordu. Halayıktan hikaye yolu ile dostların ahvalini sormakta idi.
    Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından,
    efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.

    Hekim kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına
    ve nabzının atmasına dikkat etmekte idi. Nabzı kimin adı anılınca atarsa
    cihanda gönlünün istediği odur(diyordu). Memleketinde ki dostlarını
    saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı. “Memleketinden
    çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?”dedi.
    Kız bir şehrin
    adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi nabzının atması
    başkalaşmadı.Efendileri ve şehirleri birer birer saydı;o yerleri,
    yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri
    tekrar tekrar söyledi.Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı
    oynadı, ne çehresi sarardı.
    Hekim şeker gibi Semerkand şehrini
    soruncaya kadar kızın nabzı tabii haldeydi fazla atmıyordu.Semerkand’ı
    sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkad’lı bir
    kuyumcudan ayrılmıştı.O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve
    belanın aslına erişince:“Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız,
    “Köprü başında, Gatfer mahallesinde” dedi.

    Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım.
    Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;Sevin, ilişik etme, emin ol
    ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;Ben, senin
    gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha
    şefkatliyim;Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden
    bunu ne kadar sorup soruştursa yine sakla;Sırların gönülde gizli kalırsa
    o muradın çabucak hasıl olur;dedi.
    Peygamber demiştir ki: “Her kim
    sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.” Tohum toprak içinde
    gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir.
    Altın ve gümüş gizli olmasalardı... madende nasıl musaffa olurlar, nasıl
    altın ve gümüş haline gelirlerdi? O hekimin vaadleri ve lütufları
    hastayı korkudan emin etti. Hakiki olan vaadleri gönül kabul eder, içten
    gelmeyen vaadler ise insanı ıstıraba sokar. Kerem ehlinin vaadleri akıp
    duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi
    bulunmayanların vaadleri ise gönül azabıdır.

    Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna
    gitti.; padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti. Dedi ki: “Çare
    şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim. Kuyumcuyu o
    uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.” Padişah, hekimden
    bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti. O tarafa
    ehliyetli, kifayetli, adil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.

    O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak
    Semerkand’e kadar geldiler. Dediler ki: “Ey lütuf sahibi üstad, ey
    marifette kamil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır. İşte filan padişah,
    kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek
    kamilsin. Şimdilik şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de
    padişahın havassından ve nedimlerinden olursun.”

    Adam çok malı, çok parayı görünce gururlandı,
    şehirden çoluk çocuktan ayrıldı. Adam neşeli bir halde yola düştü.
    Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti. Arap atına binip sevinçle
    koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı.
    Ey yüzlerce razılıkla
    sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden. Hayalinde
    mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail “Git evet, muradına erişirsin”
    demekte!

    O garip kişi yoldan gelince, hekim onu padişahın
    huzuruna götürdü; Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu,
    padişahın yanına izzet ve ikramla iletti.

    Padişah onu görünce pek ağırladı, altın
    hazinesini ona teslim etti. Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan o
    cariyeciği bu tacire ver ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi
    gidersin.”
    Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet
    müştakını birbirine çift etti. Altı ay kadar murat alıp murat verdiler.
    Bu suretle o kız da tamamen iyileşti.

    Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı,
    kuyumcu içti, kızın karşısın da erimeye başladı. Hastalık yüzünden
    kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden azat oldu,
    ondan vazgeçti. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca kızın gönlüde yavaş
    yavaş ondan soğudu.

    Ancak zahiri güzelliğe ait bulunan aşklar aşk
    değildir. Onlar nihayet bir ar olur. Keşke kuyumcu baştan başa ayıp ve
    ar olsaydı, tamamı ile çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal
    gelmeseydi! Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına
    düşman kesildi.

    Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice
    padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helaklerine sebep olmuştur.

    Kuyumcu,”Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden
    dolayı bu avcı, benim saf kanımı dökmüştür. Ah ben o sahra tilkisiyim ki
    postum için beni tuzağa düşürüp tuttular, başımı kestiler. Ah ben o
    filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü. Beni benden
    aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor ki benim kanım uyumaz!
    Bu gün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl
    zayi olur?

    Duvar gerçi (günün ilk kısmında yere) uzun bir
    gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder.
    Bu
    cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim
    semtimize gelir” dedi.Kuyumcu bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına
    gitti.

    O cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı,
    tertemiz oldu. Çünkü ölülerin aşkı ebedi değildir, çükü ölü tekrar bize
    gelmez.

    Diri aşk ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan
    daha taze olur durur. O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can
    katan şaraptan sana sakilik eder.

    O ‘nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun
    aşkı ile kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular. Sen “Bize o
    padişahın huzuruna Varmaya izin yoktur” deme. Kerim olan kişilere hiçbir
    iş güç değildir.

    O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit
    içindi ne korkudan dolayı. Allahnın emri ve ilhamı gelmedikçe hekim onu
    padişahın hatırı için öldürmedi.

    Hızır’ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı
    halkın avam kısmı anlayamaz.
    Allah tarafından vahiy ve cevaba nail
    olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir. Can
    bağışlayan kişi öldürse de caizdir. O, naibdir eli Allah elidir.

    İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde
    sevinerek gülerek can ver. Ki Ahmed’in pak canı, Ahad’la ebediyse senin
    canında ebede kadar sevinçli ve gülümser bir halde kalsın. Aşıklar,
    ferah kadehini, güzellerin elleri ile öldürdükleri vakit içerler.

    Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda
    bulunma münakaşayı bırak. Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip
    fena bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hale gelince
    bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır
    mı?

    Bu riyazatlar, bu cefa çekmeler, ocağın posayı
    gümüşten çıkarması içindir.İyinin kötünün imtihanı, altının kaynayıp
    tortusunun üste çıkması içindir.

    Eğer işi Allah ilhamı olmasaydı o, yırtıcı bir
    köpek olurdu, padişah olmazdı. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da,
    nefis isteğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat zahiren kötü görünüyordu.
    Hızır
    denizde gemiyi deldi ise de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık vardı.
    O kadar nur ve hünerle beraber Musa’nın vehmi, ondan mahçuptu; artık
    sen kanatsız uçmaya kalkışma. O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O,
    akıl sarhoşudur, sen ona deli adı takma. Onun muradı Müslüman kanı
    dökmek olsaydı kafirim, onun adını ağzıma alırsam! Arş kötü kişinin
    öğülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan kişi de kötü
    methedilince, metheden kişi hakkında fena bir zanna düşer.

    O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has
    bir zattı, hem de Allah hası. Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse
    onu, iyi bir bahta eriştirir,en iyi bir makama çeker yüceltir.Eğer onu
    kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak lütuf nasıl
    olurda kahretmeyi isterdi?
    Çocuk hacamatcının neşterinden titrer
    durur, esirgeyen ana ise onun gamından sevinçlidir. Yarı can alır, yüz
    can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o şey yok mu? Onu verir. Sen
    kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara
    düşmüşsün; iyice bak!

      Forum Saati Paz Mayıs 19, 2024 11:22 pm